- Anasayfa
- Soru Cevap
- Ortaçağ Avrupası'nda Bilim Nedir
Sorunun resmini çek cevaplansın.
Soru Tarat
Sorunun resmini çek cevaplansın.
Sorunun resmini çek cevaplansın.
-
4 Ortaçağ Avrupası'nda Bilim Nedir
"Ortaçağ Avrupası'nda Bilim sorusunun yanıtı nedir?"
Henüz bu yazıyı takip eden yok.. -
19
En İyi
CevapORTA ÇAĞDA BİLİM
Eskiçağ ile Yeniçağ arasında kaldığı için Ortaçağ olarak adlandırılmış olan bu dönemin başlangıç ve bitiş tarihleri kabaca 4. ve 14. yüzyıllar olarak belirlenmiş ve üç kısma bölünmüştür. 4. ve 10. yüzyıllar arası Erken Ortaçağ 11. ve 12. yüzyıllar arası Yüksek Ortaçağ ve nihayet 13. ve 14. yüzyıllar arası ise Geç Ortaçağ olarak adlandırılmaktadır.
Ortaçağ düşüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî öğretilere dayanan dinsel bakışın ön plana çıkmasıdır. Ancak düşüncede dinîleşme Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin ortaya çıkması veya güçlenmesi ile başlamamıştır. Kökleri Helenistik Dönem ve Roma Dönemi felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuk’a (duyu dünyasından ve zihin ürünlerinden farklı, kavranabilir bir gerçekliğin varlığını kabul eden öğreti) ve Stoacılık’a (Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır.) kadar geri götürülebilir.
Yunan düşüncesinde böyle bir eğilimin güçlenmesi Hıristiyanlık’ın Romalılar tarafından resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düşünce dinî olmayan düşünceyi giderek etkisiz hale getirmiştir. Düşüncede dinîleşme sürecinin sonunda, Eskiçağ’ın ilk dönemlerinde yürürlükte olan “doğru bilgi arayışı”, son dönemlerinde ve bütün Ortaçağ’da yerini “doğru davranış arayışına bırakınca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bağlı olarak bilim de değerini ve önemini yitirmiştir. Çünkü şurası açıktır ki bilimsel etkinliğin ürünü olan bilimsel bilgi, pratik (yaparak, ederek, deneyerek gerçekleştirilen iş ve bu şekilde kazanılan deneyim) ile ilgili değil, teorik (teorik bilgi) ile ilgilidir ve dolayısıyla bir insanın nasıl davranması gerektiğine ilişkin herhangi bir yargı içermez.
Ortaçağ’da bilim, çeşitli nedenler yüzünden Batı Dünyası’nda eski değerini yitirmiştir ama tamamen unutulmamıştır. Bilimin unutulması veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir toplum içinde tamamen işlevsiz kalması olanaksız görünmektedir. Çünkü hem insan aklının işleyiş biçimi ve hem de insan toplumlarını gündelik gereksinimlerini gidermeye yönelik eylemleri, şu veya bu biçimde, bilimsel etkinliği kaçınılmaz kılmaktadır.
Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin hiç değilse bir kısmı, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasında manastır ve kilise okullarında okutulmuş ve öğretilmiştir. Ancak Batı Dünyası açısından bakıldığında, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkıda bulunulmadığı ve bilinenlerin büyük bir kısmının tamamen unutulduğu da doğrudur. Ortaçağ’da din, felsefe ve bilim alanlarındaki düşünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapıtları tarafından yönlendirilmiştir ve Özellikle Aristoteles’e karşı büyük bir güven duyulmuş, akıl ve inanç uzlaştırmasına yönelik çalışmalarda Platon’dan ziyade Aristoteles muhatap olarak görülmüştür.
Ortaçağ’ın son dönemlerinde Aristoteles mantık ve doğa bilimlerinde bir otorite olarak görülmüş, değerlendirilmiş ve bilimsel araştırma Aristoteles’in yapıtları üzerinde veya bu yapıtlarda betimlenmiş olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüştür. Gökbilim ve evrenbilimde Ptolemaios’un, insanbilimlerinde ise Galenos’un otoritesi tartışılmazdır. Ortaçağ Hıristiyan Dünyası’nı anlatırken çok sık kullanılan skolâstik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcüğünden gelmektedir ve “okulcu” anlamını taşımaktadır. Ortaçağ’daki bütün düşünsel etkinlikler, skolâstik düşünce nitelendirilmiştir; çünkü bu etkinlikler, Ortaçağ’da ruhbanları yetiştiren manastır ve katedral okullarında yürütülmüş ve geliştirilmiştir.
Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolâstik Yöntemde Abaelardus’a göre din ve felsefe otoritelerinin düşünceleri karşı karşıya getirilir. Uzlaştıkları ve uzlaşmadıkları noktalar belirlenir ve sonra da otoritelerin aslında uzlaşmakta oldukları gösterilmeye çalışılır.
Bu uzlaştırma işlemi, gerçekte pek de kolay değildir. Aynı konuyu açıklamaya çalışan uzlaşmaz görüşler karşısında, Ortaçağ düşünürleri çoğu kere çaresiz kalmışlardır; mesela Evren’in yaşı sorununu ele alalım: Acaba Evren, Aristoteles’in belirttiği gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitapların bildirdiği gibi belirli bir anda Tanrı tarafından 7 gün içinde yaratılmış mıdır? Bu iki görüşü, birbirleriyle uzlaştırmak olanaksız gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya diğeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandırıcılığı ve otoritesi sarsılacaktır. İşte Ortaçağ düşünürleri, en büyük düşünsel sıkıntıları ve bunalımları, uzlaştırma ilkesini benimsemiş olmalarına rağmen, bu tür uzlaşmaz görüşlerle karşılaştıklarında yaşamışlardır.
Ortaçağ düşüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandırma girişimlerini, varlığın belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil, bütün varlığa yöneltmiştir; Tanrı ya bütün varlığın yaratıcısı ve yöneticisi (varoluş nedeni) ya da bütün varlığın bizzat kendisi olarak algılandığından, düşünsel araştırmaların konusunu, doğrudan doğruya Tanrı oluşturur.
Erken Ortaçağ Dönemi
Büyük bir gelişme göstermiş olan Helenistik (Metafizik nitelik taşıyan düşünsel bilimden, gözlemsel incelemeye dayanan ampirik bilime geçildi) bilimi ve felsefesi karşısında, kendi inançlarını savunmanın güç olduğunu gören Hıristiyan din adamları, Yunan uygarlığının kalıntılarını silmeye çalıştılar. Hoşgörüden yoksun Kilise Babaları, kendi alanlarının dışına çıkarak, Hıristiyanlık adına bilim ve felsefeye saldırdılar ve din, bilim ve felsefe çatışmalarına yol açtılar. Doğaya yönelik araştırmalarında, akıl ve bilimin rehberliği yerine Kutsal Kitab’ın rehberliğine sığındılar; meselâ Yunan astronomlarının yüzyıllar boyunca oluşturdukları bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, Yeryüzü’nün bir tepsi gibi düz olduğuna ve yarımküre veya çadır biçimindeki Evren ile çevrelendiğine inanmaya başladılar.
.
Tedavi amacıyla hastaneler açmışlar; ancak bilimsel tedavi unutulmuş ve bunun yerini dinî tedavi almıştır. Din adamları, kutsal bir güce sahip olduklarını ve dua yoluyla hastaları iyileştirebileceklerini savunmuşlardır. Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kişilere ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adlı bir kadın matematikçiyi, İskenderiye Kilisesi’nde öldürdüler (415) ve İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktılar. Daha sonraki yüzyılda ise Yunan bilim ve felsefesinin son ışığı olan Akademi’yi kapattılar (529).
Yüksek Orta Çağ Dönemi
Bu dönemin bilim tarihi açısından en önemli gelişmeleri, üniversitelerin ve bilim - felsefe ile yakından ilgilenen tarikatların kurulmuş olmasıdır.
Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve öğretim, katedral okullarında yapılıyor ve papazlar tarafından yürütülüyordu; Skolâstik Düşünce bu okullarda üretilmiş; on ikinci yüzyıl sonlarında üniversiteler ortaya çıkıncaya kadar bu okullar Batı’daki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuşlardır. Bilimsel konulara karşı entelektüel ilgi buralarda oluşmuş ve çeviri etkinliğine bağlı olarak gitgide gelişmiştir.
Eski bilgeliğe karşı duyulan saygı büyük bir şekilde artmıştır; ancak, zamanla bu dinî eğitim ve öğretim kurumları eski önemlerini yitirdiler ve bunların yerine başka bir kurum ortaya çıktı. 1000 yılında, İtalya’nın Bologna şehrinde, hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler, kendilerine bir çeşit öğrenci loncası kurdular ve bu loncaya da Universitas adını verdiler; bir yüzyıl sonra, Bologna Üniversitesi’ne tıp ve felsefe fakülteleri de eklendi.
Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilahiyat, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşmuş ve öğretim üyeleri yine din adamları olmuştur. Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrılmıştır: birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandırılır ve gramer, retorik ve diyalektikten oluşur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden oluşur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantığın yüksek kısımları da ilave edilmiştir.
Bu dönemde, üniversitelerin yanı sıra, bilimin gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan iki manastır düzeninin, yani tarikatın da ortaya çıktığı gözlenmektedir. 1209′da Fransisken Tarikatı (Gri Kardeşler), 1215′de ise Dominiken Tarikatı (Siyah Kardeşler) kurulmuştur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek biri bilime, diğeri ise felsefeye yönelmiştir. Bilimin gelişmesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmuştur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmişler ve büyük Müslüman optikçisi İbnü’l-Heysem’i izleyerek optik üzerine çeşitli yazılar yazmışlardır.
Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslümanlar, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapçaya aktarmışlar ve yapmış oldukları çalışmalarla bu birikime önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hıristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmışlar ve Dünyevî sorunların çözümünde gelişmemiş ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli görmüşlerdir. Bu arada bazı çeviriler yapmışlar, ama bunlar nicelik ve nitelik itibariyle bir Hıristiyan Uyanışı’nı gerçekleştirebilecek düzeye ulaşmamıştır. Bilime ve doğaya yönelmeleri için uyarılmaları gerekmiş ve bu uyarılma süreci ise çeviriler yoluyla başlamıştır.
On birinci ve on ikinci yüzyıl başlarında özellikle bilim ve felsefeye olan ilgi yoğunlaştıkça, geleneksel öğretinin yetersiz olduğu görüşü hâkim olmuş ve bilim adamları geçmişin mirasına ulaşmak için harekete geçmişlerdir. On ikinci yüzyıl boyunca Arapçadan Latinceye yoğun bir şekilde çeviriler yapmışlar ve on üçüncü yüzyılda İslâm biliminin ve felsefesinin önemli bir bölümünü Latinceye kazandırmışlardır. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yapılmış olan bu çeviriler olmasaydı, Ortaçağ zihniyeti aşılamaz ve on yedinci yüzyıldaki Bilim Devrimi gerçekleştirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarılan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmuştur ki ilkin özümsenmesi gerekmiş ve bu özümseme işlemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllar boyunca sürmüştür.
Bu dönemde büyük bir yoğunluk kazanan Batı Ortaçağ Dünyası’ndaki düşünsel uğraşının en temel özelliği bilime katkı değil, çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarılmasıdır. Batı kültürünü oluşturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batılıların yapmış oldukları araştırmaların bir sonucu değil, Arapçadan yapılan çevirilerin bir sonucudur.
Geç Orta Çağ Dönemi
Bu dönemin en önemli çalışmalarının hareket fiziği ile ilgili olduğu görülmektedir; Aristoteles’in hareket kuramı tartışılmış ve doğruluğu matematiksel yoldan kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra din-bilim çatışması gündeme gelmiş ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye uğramıştır. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hıristiyan düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes’teki bilgi birikimini uzlaştırmak ve kaynaştırmak olmuştur. Böylece doğal nesneler ve olgular açıklanırken doğaüstü güçleri kullanma eğilimi yeniden ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde tıp alanında ise özellikle Geç Ortaçağ’da yazılan eserlerde Hıristiyan dogmaların etkin olduğunu söylemek olanaklıdır. Hastalıkların tedavisinde dinsel ve sihirsel öğeler ağırlık kazanmış ve ilaçların yanı sıra dua da büyük ölçüde kullanılmıştır.
ORTAÇAĞDA YAŞAYAN BİLİM ADAMLARI ve ÇALIŞMALARI
Augustinus (354 - 430)
Ünlü Hıristiyan düşünür Augustinus yaşamını İtiraflar adlı ünlü kitabında, Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma formlarında anlatmıştır. En çok önem verdiği konu, insanın kendini araştırmasıdır. Hakikatin insanın içinde olduğunu savunur. Hakikat ise, bizzat Tanrının kendisidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de tanrıdadır. Bunu anlamaya çalışmak felsefedir. Felsefe insanın kendisiyle uğraşmasıdır.
Augustinus'ta Zaman tartışması;
Augustinus Zaman üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla anılan bir isimdir. İtiraflar adlı kitabının en çarpıcı bölümlerinden birisidir bu konu. Ona göre, kavradığımız ve bildiğimiz Zaman ile gerçek Zaman birbirinden ayrı şeylerdir.
İnsan kavrayışı, Zamanın gerçekliğine ulaşamaz bir niteliktedir. İnsan yalnızca zamanın geçişini algılayabilir. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman bölümlemeleri, gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir.
Augustinus'un etkileyici bir akıl yürütmeyle Geçmiş zamanın artık var olmadığını, Gelecek zamanın ise henüz var olmadığını, elimizde kalan tek zaman olarak Şimdiki zamanında boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir. Ölçüp birimlere ayırdığımız Zaman, geçişini algıladığımız Zaman'dır, oysa zamanın geçip geçmediğini, ya da kendisinde zamanın ne olduğunu bilmiyoruz. Zaman bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır ve bu nedenle biz bu akışın niteliğini, yönelimini, yayılımını, boyutlarını bilmeyiz; gerçek zaman her zaman dışımızda kalır.
Böylece Zaman kavramı üzerinden gerçeklik ile bilgi temel olarak ayrılmış olmaktadır ki modern felsefeye gelindiğinde bu ayrım Kant örneğinde olduğu gibi, temel bir felsefi eğilim olacaktır.
Robert Grosseteste (1175 - 1253)
Aristoteles'ten ve onun Müslüman yorumcularından, özellikle de İbn-i Sînâ'dan etkilenen Grosseteste (1170-1253), doğayı tanımaya yönelik bilimsel araştırmalar sırasında kullanılması maksadıyla önce resolutio (çözme) ve daha sonra compositio (birleştirme) işlemlerinin yapılmasını gerektiren iki aşamalı yeni bir araştırma yöntemi geliştirmiş ve böylece Descartes'tan dört yüzyıl önce Descartesçı Yöntem'in temellerini atmıştır. Ona göre, çözmeden sonraki birleştirme aşamasında, yani olguların oluş biçimlerini anlamlandırmaya yönelik varsayımların kurulması sırasında, deneyden yararlanmak gerekir; deney, birleştirme işleminin doğru bir biçimde yapılıp yapılmadığını gösterecek yegâne ölçüttür.
Optiğin Yunanlılardan beri matematiksel bir bilim olarak değerlendirilmesinden esinlenen Grosseteste, ilginç bir yaklaşımla fizik ile matematik arasında bir bağlantı kurmuş ve sonradan öğrencisi Roger Bacon tarafından da benimsenecek olan bu yaklaşım aracılığıyla, fiziksel olguların matematiksel modellerle betimlenebileceğini göstermiştir. Ona göre, ışığın devinimi geometrinin kurallarına uygun bir biçimde gerçekleştiğinden, doğadaki diğer bütün devinimlerin de geometrinin kurallarına uygun bir biçimde gerçekleşmesi gerekir; öyleyse sonraları Galileo'nun de belirteceği gibi, evren matematiksel bir yapıdır ve matematik aracılığıyla tanımlanabilir.
Leonardo Fibonacci (1170-1240)
Leonardo Fibonaci, ortaçağ Avrupasının en çok göze batan matematikçisidir. Matematiksel yazıları haricinde onun hayatıyla ilgili az şey bilinmektedir.
Başarılı bir tüccar olan babası Guglielmo oğlunun da onun izinden gitmesini istemiştir. 1190 yılında Guglielmo Pisa’nın ticari kolonisi olan Cezayir ‘in Bugia kentine atanır ve oğlu Fibonacci’yi hesaplama sanatını öğrenmesi için beraberinde götürür. Fibonnacci ilk derslerini Müslüman hocalardan alır. Bu hocalar ona Hint-Arap sayı sistemini ve hesaplama tekniklerini öğretir.
Yetişkin olan Fibonacci sık sık Mısır, Suriye, Fransa ve İstanbul’a iş gezilerine gider. Buralarda öğrendiği çeşitli aritmetik sistemleri kullanmış ve yerel bilim bakışını değiştirmiştir. 1200’lerde otuzlu yaşlarda tekrar memleketi Pisa’ya dönmüş, İtalya’da iken Roma sayı sistemi yerine Hint-Arap sayı sistemini kullanmaya ikna olmuştur. 1202 yılında Liber Abacci “The Book of the Abacus” adlı ilk kitabını yazmıştır.
Aritmetik ve temel cebire adanan Liber Abacci, Avrupaya bu yeni sistemi ve aritmetik algoritmayı tanıtmıştır.
Liber Abacciden sonra 1220 yılında “Practica Geometriae“ (Geometri Alıştırması) adlı sekiz bölümden oluşan kitabını yazmıştır. Bu kitapta geometri ve trigonometriyi ustaca sunmuştur, geometri problemlerinin çözümü için cebiri ve cebirsel problemler için geometriyi kullanmıştır. Bu o günün Avrupası için radikal bir olaydır.
Fibonacci Liber Abacci adlı kitabında tavşan çiftliği olan bir arkadaşıyla ilgili olduğunu iddia ettiği bir soru sorar. Bu probleme göre arkadaşının çiftliğindeki tavşanlar doğdukları ilk iki ay yavru yapamazlar. Üçüncü aydan itibaren her çift tavşan, her ay bir çift yavru yapar. Tavşanların ölmedikleri kabul edilecek olursa, herhangi ( n.) ayda çiftlikte toplam kaç çift tavşan vardır?
İlk ay yeni doğmuş bir çift tavşan olsun ikinci ayda bu tavşanlar henüz yavrulamadıkları için bir çift tavşan olacak. Üçüncü ay bu tavşanlar bir çift yavru verecek ve iki çift tavşan olacak. Yeni doğan çift dördüncü ay yavrulamayacak ancak ana babaları yeniden bir çift yavru yapacak ve toplam üç çift tavşan olacaktır.
İşte bu sorunun çözümü sonucu binlerce yıl sonra kendinden bahsettirecek olan ünlü sayıları ortaya çıkardı. Buna göre Fibonacci sayılarının ilk birkaç tanesi;
1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610…
Bu sayıların bir diğer ilginç özelliği daha vardır. Dizideki bir sayıyı kendinden önceki sayıya böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan sayıdan sonra bu sayı sabitlenir. İşte bu sayı 'altın oran' olarak adlandırılır ve bu oran sabit 1,618 sayısına eşittir.
FİBONACCİ DİZİSİNİN GÖRÜLDÜĞÜ VE KULLANILDIĞI YERLER
Tabiattaki canlılarda uzuvların oranı altın oran adı verilen 1.618... sayısına uygunluk gösterir. Antik mimari eserler ve bazı modern mimari eserler bu orana uygun tasarlanmıştır. Altın orana uygun ölçülerdeki nesnelerin ve canlıların daha estetik olduğu ve güzel göründüğü savunulur. Fibonacci dizisinin görüldüğü yerleri şu şekilde gösterebiliriz
Bir ayçiçeğinin göbeğindeki spiraller incelendiğinde, saat yönündeki spirallerin sayısı ile ters yöndekilerin sayısı Fibonacci dizisindeki ardışık iki sayıyı verir. Yani sağa doğru olan spiral sayısı 55 ise, sola doğru olan spiral sayısı 34 veya 89 dur. Kozalakta da aynı özellik vardır ve oranı genelde 5/8 veya 8/13 tür.
Bir bitkinin sapındaki yaprakların, bir ağacın dallarının üzerinde hemen her zaman Fibonacici sayıları bulursunuz. Eğer yapraklardan biri başlangıç noktası olarak alınırsa ve bundan başlayarak, aşağıya ya da yukarıya doğru, başlangıç noktasının tam üstünde veya altında bir yaprak buluncaya kadar yapraklar sayılırsa bulunan yaprak sayısı farklı bitkiler için değişik olacaktır ama her zaman bir Fibonacci sayısıdır.
Mesela yandaki resimde en baştaki dalı incelersek, peki bu diziliş bu bitkilerde nasıl görülüyor? Başlangıç noktası olarak 1 numaralı yaprağı alırsak, kendisiyle aynı yönde bir başka yaprakla karşılaşabilmeniz için 3 defa saat yönünde bir dönüş yapmamız gerekir ve bu esnada 5 tane yaprak sayarız.
Yandaki büyük dikdörtgen bir Altın Dikdörtgendir. Çünkü uzun kenarının kısa kenarına oranı altın oran denen sabite (1,618) eşittir. Artık bu dikdörtgenden her bir kare çıkardığımızda elimizde kalan, bir Altın Dikdörtgen olacaktır
İçinden defalarca kareler çıkardığımız bu Altın Dikdörtgenin karelerinin kenar uzunluklarını yarıçap alan bir çember parçasını her karenin içine çizersek, bir Altın Spiral elde ederiz. Altın Spiral, birçok canlı ve cansız varlığın biçimini ve yapı taşını oluşturur
Binom teoremi olarak bilinen ve katsayılardan meydana gelen üçgen Pascal üçgeni olarak bilinir. Ancak Ömer Hayyam bu açılımı Pascal’dan yaklaşık 400 yıl önce bulmuştur. Ömer Hayyam üçgeninde de Fibonacci dizilerini görmek mümkün.
Yukarıdan başlayarak çapraz bir şekilde terimler toplamına bakıldığında Fibonacci sayıları elde edilir.
Bedenin çeşitli kısımları arasında var olduğu öne sürülen ve yaklaşık altın oran değerlerine uyan birçok 'ideal' orantı ilişkileri vardır. İnsan vücudunda altın orana verilebilecek ilk örnek; göbek ile ayak arasındaki mesafe 1 birim olarak kabul edildiğinde, insan boyunun 1,618'e denk gelmesidir. Bunun dışında vücudumuzda yer alan diğer bazı altın oranlar şöyledir:
Parmak ucu-dirsek / El bileği-dirsek
Omuz hizasından başucu / Kafa boyu,
Göbek-başucu arası / Omuz hizasından başucu
Göbek-diz / Diz-ayakucu
İnsan vücudundaki altın oranın görüldüğü bir diğer bölüm akciğerlerdir. Amerikalı bilim adamları 1985-1987 yılları arasında yürüttükleri araştırmalarında, akciğerlerin yapısındaki altın oranının varlığını ortaya koydular. Akciğeri oluşturan bronş ağacının bir özelliği, asimetrik olmasıdır. Örneğin, soluk borusu, biri uzun (sol) ve diğeri de kısa (sağ) olmak üzere iki ana bronşa ayrılır. Ve bu asimetrik bölünme, bronşların ardışık dallanmalarında da sürüp gider. İşte bu bölünmelerin hepsinde kısa bronşun uzun bronşa olan oranının altın oranı verdiği saptanmıştır.
Canlıların tüm fiziksel özelliklerinin depolandığı molekül de altın orana dayandırılmış bir formda yaratılmıştır. DNA düşey doğrultuda iç içe açılmış iki sarmaldan oluşur. Bu sarmallarda her birinin bütün yuvarlağı içindeki uzunluk 34 angström, genişliği 21 angström'dür. (1 angström; santimetrenin yüz milyonda biridir) 21 ve 34 art arda gelen iki Fibonacci sayısıdır.
Altın oran kristal yapılarda da kendini gösterir. Bunların çoğu gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük yapıların içindedir. Ancak kar kristali üzerindeki altın oranı gözlerinizle görebilirsiniz. Kar kristalini oluşturan kısalı uzunlu dallanmalarda, çeşitli uzantıların oranı hep altın oranı verir.
Milattan önce yapıldığı düşünülen bir yapı olduğu bilinmesine rağmen, altın oranı birebir görebildiğimiz Keops Piramidi’nin taban uzunluğu ile yüksekliğinin birbirine oranı altın oranı vermektedir
KAYNAKÇA
Yard. Doç. Dr. AŞÇI M. (2012) Denizli: Pamukkale Üniversitesi Matematik Bölümü Öğretim Üyesi
https://www.mailce.com/ortacagda-bilim-nasildi-ortacag-hristiyan-dunyasinda-bilim-erken-ortacag.html
https://personals.okan.edu.tr/fatih.ozaydin/TR/2011Spring-BIL108/Projects/Gokce-Fibonacci.pdf
Soru Tarat
Soru Tarat
Sorunu tara hemen cevaplansın.
Bu Cevaptaki Alt Başlıklar
Kitaptan sorunu tara cevaplansın.
Cevap Yaz
* Cevabınız incelendikten sonra yayınlanacaktır..
- Bilimsel Araştırma Basamakları
- Feodalite
- Sosyal Bilimler
- Orta Çağ
- Felsefe ve bilimin ortak ve farklı yönleri
- Mürşit
- Bilimsellik
- Bilimsel Araştırmanın Nitelikleri
- Bilimsel Düşünce
- Bilimsel Araştırma
- Orta Çağ Avrupa Tarihi
- Ortaçağ İle Rönesans Felsefesinin Karşılaştırılması
- Bilgi
- Atatürkün Bilimsel Alanda Yaptığı Çalışmalarının Hayatımıza Faydaları
- Ortaçağ Avrupa Sanatı
- Bilimin Nitelikleri
- TÜBİTAK
- Formel Bilim
- Bilimsel Bilgi
- Bilim Ve Teknoloji İle İlgili Özlü Sözler
- Formel (Biçimsel) Bilimler
- Edebiyat ile Bilim Teknik Arasındaki İlişki
- Felsefe ile Bilimin Ortak Özellikleri
- Bilim Adamı
- Edebiyatın Diğer Bilim Dallarıyla İlişkisi
- Sosyolojinin Bilim Olduğunun Göstergeleri
- Bilimsel Metin
- Edebiyatın Bilimlerle İlişkisi
- İnsan bilimleri nelerdir
- Disiplin